O, Türk sinemasının en sevilen, en başarılı, en yakışıklı aktörlerinden biri. O, çok yönlü bir kişi; hem bir sanatçı, hem bir bilim insanı, hem de eğitmen. Doğasever, hayvan sever… 3 bini aşkın kaktüs türüne sahip farklı bir koleksiyoner, yüzlerce ödülün, yüzlerce bilimsel makalenin de sahibi. Şaşırtıcı derece mütevazı… Onu tanımlayacak sıfatlar belli ki çok yetersiz kalacak. Ayrıca gerçek bir beyefendi! Tam verdiği saatte, hatta biraz daha öncesinde kendisiyle buluşuyoruz. Lobiden çay salonuna doğru gelirken, fotoğrafçı arkadaşımla Ediz Hun’un ekrandaki görüntüsünden çok daha uzun boylu ve genç durduğunu konuşuyoruz.

Geç saatlere kadar süren yoğun temposundan ve dizi çekimlerinden röportajımıza vakit ayırabildiği için kendisine çok teşekkür ediyorum. Çaylarımız da geliyor ve sohbete başlıyoruz.

Dizi filminiz için yoğun bir tempoda çalışıyorsunuz.
Evet. Dün gece 02.15’te eve geldim. Yorucu deyip de işi ağırlaştırmak, hoş olmayan bir işmiş gibi göstermek istemem ama düzensiz çalışılıyor. Neden dizilerde düzensiz çalışılıyor, çünkü her hafta aşağı yukarı 100-110 dakikalık film hazırlamanız gerekiyor. Yani sinemalarda seyrettiğiniz bir film müddetini, siz 6 gün içinde tamamlamak durumundasınız. İki ekip aynı anda çalışıyor. Bir ekip, dün Kartal Adliyesi’ndeydi, diğer ekip de ameliyathanede. Ameliyathane çekimi çok teferruatlı, aksesuarlar çok. Yapılacak işleri bize öğretenler var. Biraz zorlukları var, yok değil. Bizim eski çalışma temposu gibi
değil. Film çekimlerinde, çok yoğun çalışıldığı zaman ertesi gün istirahat edilirdi. Burada öyle bir imkânınız yok. Türkiye’de çok kullanılıyor (gülerek) öyle bir lükse sahip değilsiniz. Dün gece 02.15’di, ondan önceki akşam da 02.00’de eve geldim ama 04.30’a kadar sürmüş çekim. Bu oldukça yorucu… Aynı zamanda reyting diye bir sistem oturtmuşlar, AB’si var, totali var, pek çok kategorisi var ve eğer reklam az almaya başlarsa hemen o
diziyi yayından kaldırıyorlar. Yayından kalkınca da ihtiyaç içinde olanlar madden zorlanıyorlar. Bu sorunuzun cevabı uzun oldu ama anlatmam lazım. Dünyada böyle bir sistem yok. Amerika’da her eyalette çekimler yapılır. Mesela siz bir aktrissiniz, aktörsünüz; sizinle 1-1.5 sene anlaşırlar, hikayeyi başından sonuna kadar anlatırlar. Sanat yönetmeni gelir, role uygun kostümleri ayarlar, siz de çalışırsınız. Çekim öncesinde birkaç aylık etütle çalışma yapılır. 50 episod diyelim ki, ama senaryonun tamamı çekilir. Sonra laboratuvarda bölünür. Episodlara ayrılır. Siz de izlediğiniz zaman düzgün, birbiriyle bağlantılı bir film serisi seyrediyor olursunuz.

Ne yazık ki belirsizlikler çok fazla bu alanda. Hem çekim öncesinde senaryonun akışı belirsizliklerle dolu oluyor hem bana oldukça vahşi gelen reyting sistemiyle değerli oyuncuların, yönetmenlerin ve ışıkçısından setçisine, kostüm sorumlusuna, çalışan yüzlerce insanın emeğiyle oluşturulan televizyon dizileri, programları biraz oynayıp yayından kalkıveriyor. Apar topar hızlı birer son bölüm yazılıyor dizilere.
Tenkit etmiyorum, gerçekleri anlatıyorum; herkes canla başla çalışıyor, herkesi takdir ediyorum ama mesela ben yeni bölümün senaryosunu bilmiyorum. Önceden senaryo bende olmalı ki sesli çekim için ezber yapabileyim. Bu sistem yanlış, hatta sistem bile denemez. Ne kadar reklam alırsa o kadar devam ediyor diziler. Oyuncunun yüzü falan önemli olmuyor, adam veya kadın yorulmuş, gece saat 03.00’te gözlerinin altı çökmüş, karaciğer artık iflas etmiş, uyuman lazım diyor, sen hala çekimdesin ama hiç önemli değil, bir pudrayla çekimler sürüyor!

Aslında oyunculara da haksızlık oluyor bir yerde.
Bakın Liz Taylor, Lana Turner, Ava Gardner gibi yıldızların yakın planlarını sabah 09.00- 12.00 arasında çekerdi Hollywood. Çünkü yüzün en iyi olduğu saatler 09.00- 12.00 arasıdır. Oyuncular sabah kahvaltılarını yaparlar, özel eğitmenleriyle sporlarını yaparlar, sonra sete gelirler. Diyelim ki 40 yaşından sonra göz kapakları düşmeye başlar, yüz inmeye başlar, siz çıplak gözle göremezsiniz ama objektif her şeyi görür. Yüzünüzdeki ufacık bir kılı bile görür. O kadar hassas bir mercek altındasınızdır sinemada, tiyatro gibi değil. Dolayısıyla fiziksel kondisyonunuza da dikkat etmek zorundasınız. Hanım veya erkek, sizi beğenmelerine devam etmeleri için daima fit olmalısınız.

Siz gerçekten de çok fit görünüyorsunuz. Her zaman olduğu gibi… Fiziğinizi nasıl koruyorsunuz?
Ben 74’ü bitirdim 75’e bastım.

Söylemeseniz ve araştırmamış olsam katiyen bu yaşta olduğunuza inanmazdım. Bunu tek söyleyen ben olmadığıma eminim.
Sağ olun! 20 Kasım 1940 doğumluyum. Ben gerçekleri konuşan, olduğum gibi bir insanımdır. Aslında görüntüye, fiziğe de aldanmamak lazım. Ayhan Işık rahmetli, çok fitti. Beyaz peynir, bonfile, yeşillik, yeşil salata, sağlıklı beslenme, sıkı bir vücut… 50 yaşında beyin kanamasından öldü. Gözaltında biraz torbalar vardı, bunları aldırdığı için dendi. İç aksam nasıl? Ona bakmak, onu korumak lazım. Bunun için de çok sistemli, çok dozunda yaşamak lazım.

Peki, siz sağlıklı kalmak adına neler yaparsınız? Nasıl beslenirsiniz? Hayatınızda sporun yeri nedir?
Mesela Türk insanını ele aldığımızda iyidir, hoştur, yüce hasletleri vardır. Bu tamam! Konukseverdir ayrıca. Ancak iki eksiği var Türk insanının. Birincisi, spordan çekiniyor. Sosyal mevkii biraz yükselmişse şoförlü arabası vardır.

Sabah işine gider, akşama kadar oturur güzel maroken koltuklarda. Ondan sonra öğlen kendisine güzel bir servis yapılır, artık chateaubriand mı, bonfile mi, ondan sonra akşam şoförü eve getirir. Hiç hareket yok! Spor demek mutlaka yürüme bandında koşmak veya ağırlık kaldırmak değil ki! Yürüyeceksin! Bakın burası sahil, Suadiye sahili, yürümek lazım. Bir sayfiye yerindeysen bisiklete bin. Kışsa ekonomik durumuna göre bir otelin veya spor salonunun havuzunda yüz. Hareket etmiyoruz bu bir. İkinci önemli konu da serotonin ve endorfin hormonlarının insanı mutlu ettiğini bilirsiniz. Mutlu olmak miçin hobinizin olması lazım. Eşiniz var, çocuklarınız var, bunlar mutluluk. İşiniz var, para kazanıyorsunuz. Yeterli değil! Kendinize ait bir uğraşınız olması lazım. Binlerce hobi var. Pul biriktirirsiniz, çiçeklere bakarsınız, çamurdan heykel yaparsınız, seramik yaparsınız, kuş beslersiniz, akvaryum balıkları beslersiniz…

Sizin çok özel kaktüsler yetiştirdiğinizi ve doğayı çok sevdiğinizi biliyorum.
Ben tabiatı çok severim. Şehir insanı değilim. Şehir insanı görünümünde bir tabiat adamıyım. 3000’i aşkın kaktüsüm var adada. Avrupa’dan geliyorlar, şaşırıyorlar.
Kaktüs için en iyi iklim Bodrum tarafıdır aslında. İstanbul biraz nemlidir kaktüs için. Sokak köpeklerini, kedileri beslerim. Adada çok kedilerim var, sokak kedileri… Ben onların onurunu kıracak davranış sergilemem. İnsanlara değil, bütün canlılara saygılı davranmak lazım. Evde de dört kedim var. Sokaktan bir aylıkken bulduğum tekir kedimi özellikle çok severim. Apartman katında oturuyorsam da balkonum olmalı. Balkonsuz apartmanda oturmam. Kuşlar, çiçekler, kediler, martılar, kargalar… Adadaki evim böyle. Bir kere hobi, mutluluk getirir. Sevelim ama sevgiden önce saygı gelir. Siz beni sevmek, beni beğenmek mecburiyetinde değilsiniz ama saygılı olmalısınız. Bütün mesele saygıdadır. Karı koca ilişkisinde de böyle. Çok özel ve intim şeyler paylaşıyorsunuz ama onda da saygı önemlidir. O mesafeyi daraltıp saygıyı yitirirseniz evlilikler bitiyor. Ben çok şükür, sağlıklı bir insanım, gözü pek de bir insanım ama saygısızlığa tahammülüm yoktur, vefasızlığa, nankörlüğe tahammülüm yoktur. Saygısızlığa çok büyük reaksiyon gösterebilirim. Birbirimizi kırmamaya çalışalım, felsefem budur. Sağlıklı hayat diyordunuz, gıdama dikkat ederim. Sabah muhakkak kahvaltımı yaparım. Olmazsa olmazım süt ve baldır. Hakiki tereyağı ve balık yağı tüketirim. Fast food’u midem kaldırmaz zaten. Eşim de gıda konusuna çok dikkat eder. Evde tamirat yaparım, elektrik işlerini yaparım, gece hayatını sevmem, çok yürürüm, iyi bir eşim. Hayatım düzenlidir. Spora ve gıdama dikkat ederim. Sigara içmiyorum.

2014 Türk sinemasının 100’üncü yılıydı. Siz Türk sinemasının efsanevi aktörlerinden birisi olarak, günümüz sinemasını nasıl buluyorsunuz?
14 Kasım 1914 yılında, Fuat Uzkınay, o zaman yedek subay olarak Ayastefanos Rus Abidesi’nin yıkılışını çekmişti. Ayastefanos, Yeşilköy yani. Meraklı bir genç olarak Rusların yaptığı abidenin yıkılışının çekimini gerçekleştirmişti. Dokümanter bir çalışma. Bu şekilde sinema başlıyor Türkiye’de ve onun 100’üncü yılı. Az önce dizi işinin ne kadar meşakkatli olduğunu söylemiştim. Çok fazla televizyon izleyen, dizi izleyen birisi değilim. Kanal D’den bana bir teklif gelince, gençlerin nasıl olduğunu merak ettim. Televizyonda iyi oyun sergileyemeyen oyunculara rast gelmiştim birkaç kez. Fakat filme bir başladık, oyuncular müthiş, yönetmenler müthiş. Sesli çekim yapılıyor. Bir kamyon geçse veya bir arı geçse çekim duruyor, çok daha zor. Ezber yapacaksınız, beyin onu alacak ama metne iyice hâkim olup doğaçlama yapacaksınız. Kendime kızdım, çok başarılı gördüm gençlerimizi. Yıpratıcı bir çalışma var. Gerçekten çok kabiliyetli çocuklar, bunu samimiyetle söylüyorum. Çok başarılı buluyorum sinemamızı da. Zaman zaman emekliyor gibi görünse de sinemamız, çok başarılı oyuncular var. Teknoloji de çok iyi. Çift kamera çalışılıyor, yaka içine küçük mikrofonlar konuyor, velhasıl teknoloji zamanımızdaki gibi değil, çok gelişmiş.

1963 yılında sinemaya başladınız. Avusturya Lisesi’ni bitirdiniz. Norveç’te üniversite okudunuz.
Avusturya Lisesi’nde 10’uncu sınıfa kadar okudum ama Atatürk Erkek Lisesi’ni bitirdim. Taksim’deydi. Liseyi biraz geç bitirdim. Herkes 17, 18 yaşında liseyi bitirir, 20’li yaşlara doğru bitirdim ben (gülüyoruz). Liseden orta dereceyle mezun oldum. Bütünlemeye de kalmıştım tek dersten. Sonunda idrak ettim diyebilirim. Sonra gel zaman git zaman, Norveç’e gittim. Orada üniversiteyi 2’nci olarak bitirdim, yani üniversitede çok başarılı oldum. Gece gündüz çalıştım. Hava erken kararıyor diye okul öğlen 12.00’de biterdi ve bu yüzden çok erken başlardı dersler. Evden çok erken yola çıkardım.

Kuzey kutbuna yakın tabii Norveç.
Evet, yazın da perdeleri kapatıp uyursunuz.

Norveç’te biyoloji eğitimi aldınız.
Biyoloji ve kimya, biyokimya yani. Tüm dünyada okulu iyi dereceyle bitirenlere iş teklifleri gelir. Bana Amerika’dan da teklifler gelmişti. O dönem babam biraz rahatsızdı, gel dedi, ben de tek çocuğum, o yüzden buraya geldim. İyi ki de gelmişim.

Sanatçısınız ve bilim insanısınız. Gerçek bir çevrecisiniz. Pek çok konferansta konuşmacı oldunuz. Bu alanda bir kitabınız da var.
“Yaşat ki Yaşayasın” isimli kitabım var. Önümüzdeki günlerde Türkan Şoray’ın katılacağı bir organizasyonda imza günümüz olacak,

Kitabınızın önsözünden bir alıntı yapalım o zaman.
“Değerli çevre dostları… Çok kırılgan bir yapıya sahip olan doğada, insan eliyle bilerek veya bilmeyerek meydana getirilen bir tahribatın geriye dönüşü, ne yazık ki mümkün olmamaktadır. İçinde barındırdığı birbirinden bağımsız ekosistemlerle hayatın en temel öğesi olan bu eşsiz hazineyi koruyarak, güzel ve mutlu yarınlara ulaşmak hepimizin asli görevlerinin başında gelmektedir. Yarım yüzyıllık çalışmalarım sonucu edindiğim tecrübeler ile yerli ve yabancı bilim insanlarının görüşlerinden faydalanarak kaleme aldığım bu kitap; çocukluk yıllarımdan bugüne önce merakla, daha sonraları ise hayranlıkla araştırmalar yaptığım doğanın her geçen gün daralan yeşil alanlarının ve kötüleşen denge sisteminin çok geç olmadan korunabilmeleri amacını gütmektedir. Kitap hazırlama fikrim, bu husustaki teşvik ve desteklerin yanı sıra, sadece çok sevdiğim ülkem insanına bildiğim konularda hizmet etmek arzusundan kaynaklanmıştır.”

Ediz Bey, uzun yıllardır üniversitelerde öğretim üyeliği yapıyorsunuz. Öğrenciler derslerinize ve size hayranlarmış. Güzel Türkçenizden ve zevkli geçen derslerinizden söz ediyorlar.
Nezaket göstermişler. Çevre ve ekoloji konusunda senelerdir ders veriyorum. Talebelerin yanındayımdır, notlarım boldur ama onlardan da performans beklerim. Çocuğu teşvik edeceksiniz. Öğrenciler derste açmalarını yiyebilirler, önemli değil ama dersi de dinlemeleri lazım. Yirmi dakika geç de kalabilir, derse alırım faydalansın diye.

Son olarak en sevdiğiniz filmlerinizi sorsam…
Bakın ben 130 kadar film çektim. Bunların içinde tabi çok beğendiklerim var. Hepsi benim evladım sayılır. “Güllü” komedidir, duygusal komedidir, “Ankara Ekspresi” var… Hepsi benim için özellik taşır. Güzel bir zamandı o. İyi hatıralar var, unutulmaz filmler var. Sonu happy end bitmeyen filmler var mesela, Selma ile çevirdik. Selma Güneri ile… Selma çok iyi bir oyuncudur, onu da söyleyeyim. ‘Son Kuşlar ‘filmi. Bu film ayrılıkla bitti, çok iş yapmadı bu yüzden belki ama çok ödül aldı. Ama banal komedi filmleri kabullenmem de mümkün değil.

Çok sevgili Ediz Bey, bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz. Sizi tanımış olmak bir onur oldu bizim için.
Ediz Hun’la ikinci çaylarımızı da içiyor, neşeli bir şekilde sohbet ediyoruz. Bize ev sahipliği yapan Suadiye Oteli’ne çok teşekkür ediyoruz.

Kapak fotoğrafımızı Ediz Hun’un çok sevdiği doğada çekmek için bahçeye çıkıyoruz, kendisini fark eden hayranları, koşarak yanımıza gelip fotoğraf çektiriyor, derken
bir simitçiyle sohbet ediyor.

Türk sinemasının en hayranlık ve saygı duyulası aktörlerinden Ediz Hun’la vedalaşıyoruz.